Işıka ve arkadaşları; Özcan’ın içinde bulunduğu karmaşık duygulardan kurtulursa kendileriyle daha rahat iletişim kuracağını biliyorlardı. Işıka orada bulunan arkadaşlarına Bu konuşma sırasında insanın kulaklarını tırmalayan bir ses, kara kürenin içini doldurdu. Aralarında geçen bu kısa konuşmanın ardından Özcan bazı şeyleri bölük pörçük anımsamaya başladı.
Işıka:
“Dünya zamanıyla üç ay önce bizim küremize geldin.”dedi.
Özcan inatla:
“Hayır,ben bir yere gitmedim.”dedi.
Işıka’nın emriyle Özcan’ın anımsamasına yardımcı olması bakımından televizyon ekranına benzeyen küçük bir ekrandan Spil ormanlık bölgesi gösterildi.Işıka:
“Bu bölgeyi anımsayabildin mi? Dünyadaki bazı insanlarla bu bölgedeydiniz.”dedi.
Özcan’ın orayı anımsamaması için hafızasını kaybetmesi gerekirdi.
“Burayı tabii ki anımsıyorum.Burası Spil.”dedi
İzlediği görüntüler arkadaşlarıyla geldiği ve köpeğini gezdirmeye götürdüğü yerdi.
“Evet, evet! Şimdi anımsıyorum burayı.” diye kendi kendine konuşurken sözcükler adeta dilinden dökülüverdi.
Işıka:
“Denek seçme kurulunca sizi küçük bir testten geçirdik; bu testte sizin pozitif enerji yaydığınız anlaşıldı. Size mini bir müdahale yaptıktan sonra sizi tekrar dünyaya gönderdik.”dedi.
Özcan:
“Ben size ziyarete gelmedim.”dedi ısrarla.
Işıka, Özcan’ın her şeyi anımsaması için onun küreye doğru gelişini izlettirirken:
Özcan:
“Bunu görmüştüm.”dedi yine aynı sessizlikte. Küreye dokunuşunu köpeğinin küreye yaklaşmayarak korkup ağaçların arkasına saklanması görüntüsünü aynı ekrandan izledi.
Kendindeki değişikliklerin sırrını çözmeye başladı; ama hâla olanları anlamakta zorlanıyor, böyle bir şeyin olabileceği olasılığına beyni inanmıyordu.
Biraz öncesine kadar içinde bulunduğu durum hakkında bir şey bilmiyor, şimdiyse olanları anlamak için çaba sarf ediyordu. Başına nelerin geleceği hakkında da en ufak bir fikri yoktu.
“Bana ne yapacaksınız, annem babam şimdi telaş içinde beni arıyorlar! ”diye geleceği için endişeliydi.
Işıka:
“Sen bizim için önemlisin. Senin diğerlerinden farklılıkların var. Seni geçici bir süre tutacağız. Sonra da dünyana göndereceğiz. Ailen için de gerekli düzenlemeler yapılacak.” dedi.
Işıka’dan gelen bu umut ışığı onu birazcık rahatlattı.
“Sonra bırakacak mısınız ?”diye meraklandı.
Işıka:
“Tabi ki!”
Özcan onlarla konuştukça korkularından kurtulurken şaşırmışlığından kurtulamıyor,kendini bir film kahramanıymış gibi görüyordu.
Özcan:
“Size neden inanayım ki?”dedi.
Işıka:
“İnanmaman için bir neden gösterebilir misin? Küreye gelişinden önceki zamanı düşün…Hastanedeki cihazların bozulması, resim çeker gibi kitap sayfalarını okuman, hafızanın güçlendirilmesi... Bunların hepsi yeterli değil mi? Yaşamındaki değişikliklerin hepsi bizim denetimimizde gerçekleşti.”dedi
Özcan heyecanla:
“Nasıl yaptınız?”dedi.
Işıka:
“Bizim öncü araştırma ekibimizin yanına geldiğinde arkadaşlarımızın sana bir operasyon yaptığını söylemiştim. Sana mikro bilgisayar ve erişim paketi taktılar.”
Özcan :
“Mikro bilgisayar mı?”dedi, sanki başkasından bahsediliyormuş gibi.
Işıka:
“İki kulağının tam arka tarafında; beyinciğinin üstünde bir bilgisayar var. O, merkezi sinir sistemine bağlı. Bizden aldığın emirleri senin beynine ulaştırıyor, sen de onları kendin düşünüp de yapıyormuşsun gibi algılıyorsun. Elinle dikkatli bir şekilde dokunursan bir sivilce büyüklüğünde ki şişliği ve bilgi sayacın konumunu belirleyebilirsin.”dedi.
Özcan’ın eli kendiliğinden Işıka’nın söylediği yere gitti. Parmağının ucuyla kontrol etti. Söylediği doğruydu.
Özcan:
“Hızlı okumam için ne diyeceksiniz?” diyerek kendine ait bir şeylerin olması çabasındaydı.
Işıka:
“Hızlı okuman da bizim yardımımız ve denetimimizle gerçekleşiyor.Yine aynı bilgisayarın komutuyla gözündeki alıcılar, bakmış olduğun sayfanın resmi çekip bilgisayarın hafızasına aktarıyor. Daha sonra da bilgi ve görüntüler beynindeki uygun bölümlere kaydediliyor. Aynı bilgisayarla sen yönlendiriliyorsun.”dedi.
Işıka ve yanında duran diğer yaratık arasında yine çığlığa benzeyen sesler duyuldu, Özcan’a göre bu sesler çok anlamsızdı. Işıklar yanıp sönmeye başladı.
Özcan sayıklar gibi, “Neler oluyor yine” dedi…
Işıka:
“Görüntü ve bilgilere ait veriler, kopukluk olmasın diye belleğine yerleştirildi.”dedi.
Özcan her şeyi anımsıyordu.
Işıka:
“Ailenin ne yaptığını öğrenmek ister misin?” dedi.
Özcan:
“ Tabii ki isterim.”dedi heyecanlanarak.
Işıka’nın kolundaki bir düğme büyüklüğünde cihazdan çıkan ışık, kara kürenin içinde sinema perdesini andıran bir ekrana, sanal bir görüntü verdi.
Bu görüntüde Özcan’ın anne ve babasının yakınına başka piknikçiler de gelmiş, herkes kendi arasında eğleniyor konuşuyordu.
Özcan, bir daha ailesine kavuşamayacağı kaygısıyla içi bir tuhaf oldu gözleri buğulandı, elmacık kemiklerinden aşağıya, göz pınarlarından iki damla yaş süzüldü.
Işıka’ nın bir imiyle diğer görevliler, anında Özcan’ın kafasına takılı mikro bilgisayara müdahale edip her şeyi değiştirdi. Özcan, biraz önceki duygu yoğunluğundan kurtarıldı. Ailesini sıradan insanlar gibi izlemeye başladı.
Oradakiler için az önce Özcan’ın bacaklarını ıslatan sıvının ve onun gözyaşlarının önemi çok büyüktü.Bu sıvıların dışa vurulmasına neden olan olağan üstü bir duygu yoğunluğu yaşanmış olmalıydı. Deneğin bir daha böyle bir ortamda kalmaması için gereken önlemleri aldılar.
Işıka:
“Bu salgılar biz dünyadayken bizde ve dünyada yaşayan bazı canlı türlerinde varmış. Merkez Bilgi Aktarım deposunun veri bankasında bunlara rastlıyoruz. Benzer duyguların artık siz insanlarda bulunamayacağını ya da azalmış olabileceğini sanıyorduk.” Dedi.
Özcan:
“Neden?”
Işıka:
“Nedeni saymakla bitmez.”
Özcan’ın o an sanki sinirleri boşaldı. Katıla katıla gülmekten kendini alıkoyamadı.
Özcan’dan gelen bu ani ses dalgası karşısında cihazların tablolarındaki dijital göstergeler hareketlenince onun gülmesini bıçakla keser gibi kestiler. Özcan, gülme krizinin kesilmesini onların müdahalesi sonunda gerçekleştiğini anlamakta gecikmedi.
Hızlı asansörle çıkıyormuş gibi belli belirsiz bir sarsıntı geçirdi. Nabzı yavaşladı, gözlerinin önü karardı, bir şeyi göremez oldu.Yine nefesinin kesildiğini, nefes alamadığını hissetti.
Kendi kendiyle konuşur gibi “Neler oluyor?” dedi Işıka’ya, gözlerini ışıklardan alamadan.
Işıka:
“Turkara Merkez Üssüne dönüyoruz…”dedi teneke sesiyle. Sonra da ara vermeden yanındakine:
“Deneği kimyasal atıkları üretirken duygu yoğunluğunun tespiti için, duygu ölçüm birimine ışınlayın.”diye emretti.
Özcan’ın kendini kötü hissetmesi kısa sürdü, sonra her şey karardı. Kürenin içindeki onca ışık birden bire sanki kayboldu.Karanlık bir boşluğun içindeydi. Benzer bir karanlığı daha önceden yaşadığını hayal meyal anımsadı.
O karanlık koridorda, uçsuz bucaksız dehlizden geçirilirken bilincinin kendine bir oyun oynadığını sanıyordu. Daha önce görmediği cihazların bulunduğu bir yerde kendini buldu. Önce onu koruyan sanal hücre kaldırıldı. Çevresindeki manyetik güç kalkanı kaldırınca rahatlıkla hareket edebilme olanağına kavuştu.
Rahatlığı uzun sürmedi, kendini kötü hissetmeye başladı. Bir anı bir anını tutmuyordu. Gözlerinin karardığını ,başının topaç gibi döndüğünü hissetti. Sürekli olarak midesi bulanıyordu. Günlerce hastanede yatmasına neden olan belirtilerin aynısı oluşmaya başladı.
Işıka ve yanındakiler Özcan’daki bu değişmeleri fark edip gerekli önlemleri almak için önlerindeki cihazların panelinde birtakım hesaplamalar yaptı ve onun midesinin bulanmasını, başının dönmesini engelleyen önlemleri aldılar.
Özcan kendine geldiğinde oval cam bir masaya benzeyen; ama masa olmayan, boşlukta durabilen saydam bir yüzeyin üstünde yüzükoyun yatıyordu.Yattığı yerde hiçbir şeye dokunmadan kalktı. Çevresinde dokunabileceği bir şey de yoktu. Boşlukta, havada durmak hoşuna da gitti.Yer çekimi kuvveti sıfıra yakındı. Sonra yavaşça yere bastı. Şaşkınlığı üzerindeydi.
Özcan’ın yanına başka yaratıklar geldi, hepsi bir birine benziyordu. Sadece onları birbirinden ayıran üzerlerindeki metal mi, kumaş mı olduğu anlaşılmayan giysilerdi. Özcan’ın yarısı kadar boylarıyla ile hepsi de cüceye benziyordu.
Bulundukları yer bir üst birim olmalı, burada bulunanların kendine özgü görevlerinin olduğu hâllerinden belliydi. Yoğun bir mor ışığın içinde Işıka ve bir başkası belirdi. Oradakilerin hepsi Işıka ve yanındakine karşı daha saygılıydılar. Yaratık:
“Ben komutan Edgöz.” diye kendini tanıtarak solucan parmaklarını uzattı.
Özcan, kendini komutan diye tanıttığına göre “Bundan daha yetkilisi yok.” diye düşündü. Onun düşüncesi anında algılanarak Edgöz ve Işıka’nın bilgi depolarına aktarıldı.
Özcan:
“Komutan mı?” dedi karşısındakinin komutan olduğuna anlam veremeyerek çünkü, birbirilerine benziyorlardı.
Edgöz:
“Evet,ben ABEL GALAKSİSİ’nden ETA CARİNAE yıldızının İkinci Atlantis Kenti,Turkara Merkez Üssü Komutanıyım.”diye kendini tanıttı.
Diğerleri sürekli olarak ışıkları yanıp sönen cihazların başında bir şeyler yapıyorlardı. Edgöz’ün yanında sadece Işıka vardı.
Uzaylıların konukseverlilikleri Özcan’ın hoşuna gitmeye başladı. Henüz ergenlik çağından çıkmamış birine yetişkin formatı uyguluyor, değerlendirmelerini ona göre yapıyorlardı. Ayrıca onların Özcan’a değer vererek iletişim kurmaya çalışmaları onu sevindiriyor, onun bir yetişkin gibi davranmasını sağlıyordu. O böyle davranmak zorunda olduğunu hissediyordu. Ne de olsa zorunlu olarak dünyayı temsil ediyordu.
“Onlara karşı koyamayacağıma göre bulunduğum ortamın tadını çıkarabilmenin yollarını bulmalıyım.”diyen Özcan’ı Edgöz’ün alıcıları algıladı.
“Pozitif düşünmen bizim için önemli…
Sana zarar vermek istemiyoruz. Öncelikle bunu bilmeni isteriz. Elimizdeki verilere göre senin de bizim dirençlerimizi zorlamayacağını sanıyoruz.”dedi.
O Edgöz’ün uzattığı solucan parmaklarını daha fazla bekletmeyip tutmasıyla bırakması bir oldu.Işıka da hissettiği ürpertiyi Edgöz’de de hissetti.
Edgöz:
“Veri toplama merkezimizden aldığımız sizinle ilgili verilere göre, ses ve görüntü frekanslarınızdaki dalga boylarında, genetik yapınızdan kaynaklanan ve beyin faaliyetlerinizi etkileyen bazı olumsuzluklar var. Turkara merkez üssünün güvenliği için size bazı testler uygulamak zorundayız.” dedi.
***********************
**********************
Biraz sonra Eta Carinae Yıldızı’ndan, Keops kentinin başkanı, lider Epidakyos şenliklere gelecek. Şimdi bile manevi liderimiz olan Epidakyos, oğlunun oğlu Attalos’a onur nişanı verecek.”dedi.
Görüntü de Pergamon halkının bir kısmı (köleler) kentin sokaklarını temizlerken bir kısmı evlerinin bir köşesinden ya da yıkık bir duvar dibine gizlenmiş, olacakları merakla bekliyordu. Temizlikçiler görevlerini bitirdikten sonra onlar da diğerleri gibi gizlendiler. Hepsinin yüzünde korkunun sıcak izi vardı. Koskocaman beş yüz bin kişilik kentte bir tek canlı sokaklarda, tarlalarda, meydanlarda görülmüyordu. Sadece birkaç tane yalı çapkını kuşun cılız ötüşü ara sıra ağaç dallarından duyuluyordu. Çok geçmeden onlar da uçup gidince kentin sokaklrındaki korkunun yerini sessizlik aldı.
İkindi vaktinin güneşi yavaşça denize doğru bir gelin edasıyla süzülürken gökyüzünde sanki ikinci bir güneş doğdu. Pergamon’un seması uçan küçük ışıklarla dolup taştı. Uçan ışıklar bir kuş sürüsünü andırıyordu. Bu ışık kaynakları da birbirine çarpmadan Pergamon’un üstünde bir süre alıcı kuşlar gibi dolanıp durdular.Küçük ışıklardan daha güçlü bir ışık kaynağının Pergamon semalarında görünmesiyle, kentin sokaklarındaki evlerin köşelerinden, pencere ağzından, kapı aralığından bakan dünyalılar, daha da küçülüp bulundukları yere gizlenerek güneş kadar parlak,gökte hareketsiz duran ışığa bakmaya çalıştılar. Onca gayretlerine rağmen hiç kimse çıplak gözle ışık kaynağına bakıp bir şey göremedi. O kadar güçlü bir kaynaktı ki âdeta gözleri kör edecek kadar çevresine ışık yayıyordu.
Kentlilerin bakmaktan korktuğu bu büyük ışık kaynağı hanedanlığın içindeki özel olarak yapılmış mermer alana inmesiyle çevresine çok güçlü buhar yaymaya başladı. Hanedanlığın iç ve dış koruma duvarlarına özel olarak yapılmış düzeneklerden de yoğun biçimde buhar çıkıyordu. Saray buhardan görünmez oldu.Yayılan buharla sarayın duvarları, kapıları, odaları görülen her türlü cismin yüzeyi sanırsın mermerle kaplandı.Kar yağmış gibi bembeyaz oldu. Büyük ışık kaynağı hanedanlığın avlusuna indikten sonra, insanlar da saklandıkları yerden çıkarak günlük çalıştıkları işlerini yapmaya koyuldular.
Avluya inen küçük kürelerden birer kişi indi. Daha sonra da ışığı çok olan küreden iki kişi indi. Giysilerine bakılırsa bu kişilerden birinin önemli biri olduğu belliydi.
Özcan, ”Edgöz doğru söylüyor.”diye düşündü. Hanedanlıkta yaşayanlar ve gelen yeni konuklar, dünyada yaşayan insanlara benziyordu, ama onlar biraz irice, sporcu vücutlu ve daha düzgün hatlıydılar.
Edgöz:
“Özcan şimdi inandın mı bize? Pergamon’da Eta Carinae’lerin izlerinin olduğuna.”diyerek Özcan’ı şaşırtmasını sürdürdü.
Özcan :
“İyi de o saraya gelenlerle sizin ne ilginiz var?dedi.
Edgöz:
“Sana, genlerin farklı demiştim. Sen onun için buradasın…Bir zamanlar bizler de saraya gelenler gibiydik.”diye ekrandakileri gösterdi.
Özcan:
“Sonra ne oldu?” diye Edgöz’ün sözünü kesti.
Edgöz:
“Zaman içerisinde evrim geçirmişiz. Evrim geçirmek de denilmez, kendi kendimizi yozlaştırmışız;fiziki yapımızın değişmesine neden olmuşuz.”diyerek hoşnutsuzluğunu belli etti.
Özcan:
“Nasıl yani?”
Edgöz:
“Sırası gelince bu yozlaşmayla ilgili bilgilendirileceksin.
O dönem de Eta Carinae yıldızının büyük kentlerinden biri olan Keops’ün gelmiş geçmiş en büyük lideri Epidakyus’du.” dedi.
Epidakyus büyük küreden inince, sarayın alanında bulunan herkes saygıyla onun önünde eğildi.
O yürürken ondan bir adım geriden gelen Epidakyus’un oğlunun oğlu (torunu) Attalos bir hata yapmamak için adeta tirtir titriyordu.
Edgöz:
“Bilgi Depolama Merkezinin arşiv görüntülerinde izlediğin gibi o insanlar bizim atalarımız. Bir zamanlar biz de onlar gibiydik.Hatta bir iki ayrıntı hariç hiçbir farkımız yoktu. Hanedanlıktakilere bak, Pergamon’ daki yerlilere bak,” diyerek ekrana Pergamon da yaşayan yerlileri ve hanedanlıkta yaşayanları yan yan getirtti.
Özcan:
“Fiziksel olarak pek fark yok gibi görünüyor.”dedi.
Edgöz:
“Fark yok gibi görünüyor ama, çok büyük farklılıklarımız vardı.”
Özcan Edgöz’ün kendini beğenmiş, insana üstten bakan tavrını beğenmeyerek:
“Vardı da ne oldu? Şimdi bize benzer bir hâliniz mi var?” Tam sırasıydı Edgöz denen kendini beğenmiş yaratığın damarına basmanın. Buraya getirildiğinden bu yana sürekli olarak gelişmişliklerini anlatıp böbürleniyordu.
“Şu hâlinize bir bakın. Hepiniz de eçiş bücüşsünüz.”dedi.
Bilgi Depolama Merkezinde “eçiş bücüş”sözcüğünün Türkçe karşılığı olmadığı için Edgöz’e bu sözcüğün açılımıyla ilgili bilgi verilmedi..
Edgöz:
“Eciş,bücüş mü?”dedi yeni bir sözcük bulmuşçasına.
Özcan:
“Şey! Eciş bücüş!” dedi.
Edgöz:
“’Eçiş bücüş’ ne demek? Arşiv kayıtlarında böyle bir sözcük yok.”diyerek Özcan’dan açıklamasını istedi.
Özcan tebessüm etti.İlk defa onları şaşırtmanın keyfini sürmek için bir süre soruyu yanıtlamadı, sonra:
“Eçiş bücüş mü?...Bu da bizim zenginliğimiz, sizlerde de olmayan ve sürekli kendini yenileyen dilimiz. Dilimizin zenginliği…
Şimdi eciş bücüşü size nasıl anlatsam ki? Hiçbir yeri düzgün olmayan, çarpık çurpuk, eğri büğrü.Sizin gibi…”dedi.
Edgöz, biraz önceki tavrını bıraktı,yine bir komutan edasıyla:
“Sen bizi eçiş bücüş mü buluyorsun?dedi.
Özcan karşısındakilerin erkek mi dişi mi oluğunu bilmiyordu. Hepsi birbirine benzediği için cinsiyetlerini kestiremediği bu yaratıklara:
“Çirkin, yakışıksız değilsiniz ama, dünya yakışıklısı ya da güzeli de değilsiniz. Evet, eciş bücüşsünüz.”dedi.
Bir iki dakika sonra yan tarafındaki platforma bir başkası ışınlandı.
Edgöz:
“Sizce bu da eciş bücüş mü?”dedi.
Özcan ona da dikkatlice baktı ama diğerlerinden farklı bir tarafı yok gibiydi.Yeni ışınlananın solucan parmakları ve bacakları diğerlerinden biraz daha uzun, göz çukurları daha büyüktü.
Özcan:
“Bir fark göremiyorum, birbirinizden farkınız yok.”dedi.
Edgöz:
“Eta Carinae yıldızında yapılan beş yüz ellinci ışık yılı İkinci Atlantis kenti güzeli Afrosya.” diye tanıttı.
Özcan, onu beğenmediğini:
“Güzeliniz buysa çirkininiz kim bilir nasıl, görmek istemem.”diye yüzüne söyledi.
Edgöz:
“Biz Eta Carinaelerin güzellik anlayışı dünyalılar gibi değil,çok farklı. Biz fiziki görünümümüze, uzuvlarımızın yaptığı işi ve beceriyi de ekler bir bütün omega replica watches olarak değerlendiririz. Bu üstekilerin bir çoğu farklı ışık yıllarında, İkinci Atlantis kenti güzellik yarışmalarında başarılı olmuş, belirli dereceleri olan görevlilerin oluşturduğu seçkin bir topluluk.”dedi.
Özcan bir şey söylemedi. Kendi kendine omzunu çekip boynunu büktü.
Edgöz sonra da:
“Keops sözcüğü sana bir şey anımsatıyor mu?”dedi Özcan’a
Özcan, sözcük üzerinde düşünmedi bile.Düşünmek de istemedi. Çünkü sonucu onlar biliyorlardı.
“Kentinizin adıymış ya!” dedi.
Edgöz:
“Dünyalılar için bir anlam taşımıyor mu?
Özcan sadece dudak büktü.
”Hayır!”dedi.
Edgöz:
“Ben sana yardımcı olayım. Dünyalılar, o bölgeye ait koordinatlarda orayı Mısır olarak işaretlemişler. Oradaki piramitlerden birinin adının Keops olduğunu söylesem…Bu rastlantı mı?”dedi.
Özcan sustu, tek sözcük dahi söylemedi. Bu ışık insanlarının söylediklerine inanmaya başladı.Onlara her inanmayışında sürekli olarak yeni bilgilerle onu şaşırtıyorlardı.